Eğitimin üst kademe yöneticilerinin öteden beri gelen bir alışkanlığı
var: Eğitime istatistiki bakmak. Makam yükseldikçe rakamların zaviyesinden
bakmak bir tür yönetim hastalığıdır ama bizde eğitime bu türden bir bakışın
tarihi çok eski değil. Esasında bunun piyasa ekonomisi gibi sayıların
hâkimiyetini sağlayan yönetimlerden gelen bir görüş olduğu bilinmelidir.
Bundandır bir toplumda piyasa ekonomisi yerleştikçe sayıların cazibesi artar.
Eğitim de piyasalaştıkça (liberalleştikçe) rakamlaşır, istatistiğin kulvarına
girer. Mesela okul müdürlerinin kaçı kadın ya da erkek, şu kadar sayıda
öğretmene yazılım eğitimi verildi gibi haberlerin esasında eğitim açısından
kayda değer bir tarafı yok ama yöneticilerin bu sayıları vermekten büyük haz
duymalarının nedeni rakamlarla görünürlüklerini sağlamak içindir. Başta
öğretmenler ve okul müdürleri olmak üzere il milli eğitim müdürlerinden
bakanlık merkez yöneticilerine kadar eğitimle ilgili olanlar biliyor ve
inanıyor ki ilgili yöneticiler bu rakamlarla zevahiri kurtarma peşindeler.
Zaten herhangi bir il milli eğitim müdürünün sıradan bir gününe bakın, o gün
yapılan etkinliklerin hemen hepsinin zevahiri kurtarma babından olduğunu
görürsünüz.
Bürokrasinin doğası gereği karar verme yetkisi makam yükseldikçe
artarken işin gereğini ifa etme azalır; makamın seviyesi düştükçe de karar
verme yetkisi azalırken görevi ifa etme artar. Eğer bunun tersi
gerçekleşiyorsa, yani makamın seviyesi düştükçe karar verme oranı artıyorsa
orada yöneticiler ya korkaktır ya işlerini ciddiye almıyorlardır ya da
işlerinde samimi değillerdir. Büyük ihtimalle bunun hepsi geçerlidir. Elbette
makamlar yükseldikçe sembolleşirler, simgeleşirler ama bu makamların işlevsiz
olduğu anlamına gelmez. Ayrıca sembolik makamlar diye bir makam çeşidi hiçbir
zaman olmamıştır ancak her makamın sembolik yanı her zaman olmuştur. Ne İngiliz
kralı semboliktir ne MEB Bakanı ne il milli eğitimi müdürü ne de okul müdürü.
Üst makamlar, kamuoyuna ve daha üst yönetime karşı koordinatörlük ve sözcülük
yapmakla iktifa ettiğinde işlevsizleşir. Mesela bugün, eğitimin ildeki üst
kademe yöneticileri karar alamıyorlar, çünkü Bakanlığın birer şubesi olarak
çalışıyorlar. Bu bağlamda eski Milli Eğitim Müdürlerinden Mustafa Altınsoy’un tecrübelerini ve adeta bir sızıyı,
yarayı, hastalığı hatta çürümüşlüğü ortaya koyan ve bunların giderilmesine
yönelik önerilerini ortaya koyduğu yazılarını dikkatlice okumakta fayda var.
Evet, eğitimimiz artık yerinde bile saymıyor. İstatistiklerin gölgesinde
meselenin şatafatına aldanmak yerine eğitimin can evinden kokuşmaya başladığını
görmek gerekir. İstatistiklerin zaviyesinden bakılmazsa eğitimde görülecek
gerçek şu: Mevcut haliyle eğitim ne bir anlam ve mana ifade ediyor ne de
eğitimciler yaptıkları işe inanıyorlar. Bu vaziyetin getirdiği hal ise
eğitimcilerden bazısı kıt kanaat geçinebilmek için, kimisi görünür olmak için,
diğerleri de itibar kazanmak için eğitim sektöründe “dolanıp duruyorlar”.
Ciddiyetin, samimiyetin ve vicdanın yer almadığı her sistem böyledir. Eğitimin
içinde bulunduğu bu “sekerât-ül-mevt” hali, yeni modellerle ve istatistiklerle
ne kadar örtülmeye çalışılırsa çalışılsın akıbeti değişmeyecektir. Evet,
sömürgeci İngilizlerin dediği gibi üç çeşit yalan vardır: Basit yalan, kuyruklu
yalan ve istatistik. Eğitimi istatistiklerin ve modellerin sahte havasından
kurtarmadan gerçek bir eğitim yapılamayacağı bilinmelidir.
Mesele eğitimi bir dava meselesi olarak görüp görmemedir. Mesele bu
makam sahiplerinin kendilerini “cephedeki bir asker” gibi görüp görmemesidir.
Bu makam, unvan ve görev sahiplerinin cephedeki asker dikkatiyle, samimiyetiyle
ve ciddiyetiyle işlerini yapabilmesinin bir ahlak meselesi olduğu
anlaşıldığında sekerât halinden kurtulmak mümkündür. Ne var ki para, makam,
üstün olma ve hükmetmenin cazibesi ile istatistiklerin cazibesi at başı gidince
sıradan insana düşen rakamlardan bir rakam olmaya mahkûm olmak; eğitime düşen
ise bu mahkûmu mahkûm olmadığına inandırmaktır.